Her insan kendi içinde düşünme sorgulama ve yaratma kapasiteleriyle zaten var olur. Ancak bunların ne kadarını bir ürüne dönüştürdüğü konusu tartışılır. Sadece hayatta kalmayı amaçlayan ilkel beynimiz, bize basit alışkanlıkların tekrarlayan döngüleri içerisinde yaşamanın bir problem olmadığını söyler. Ancak daha gelişmiş beyin yapılarına yükseldikçe kendimizi kontrol etmek ile ilgili sistemlere sahip olduk. Bu kendini denetim altına alma ve bu şekilde yönetme mekanizmasını çocukluk yaşlarında ebeveynlerimizden öğrenmeye başlarız. Bu şekilde kendimize zarar verecek toksik etkileşimlerden uzak kalmayı öğreniriz ya da bunlara maruz kalmaya devam ederiz. Annesinin diş fırçalamayı öğretmemiş olduğu bir çocuğu düşünürsek büyüyünce de bu alışkanlığı edinmekte zorlanacağını tahmin edebiliriz. Bu ve bunun gibi binlerce etkileşim çocuğa nasıl öğretilir ise o şekilde içselleşir. Çoğu zaman ebeveyn çocuğun derdini tasasını yeterince iyi anlamaz. Çocuğun öfkesine, üzüntüsüne ve korkusuna yeterince doğru karşılık vermeyi beceremez. Bakım verenlerin çocuklarına verdikleri bu destek ve eğitimin çok çeşitli tipleri olur. Kimi çocuklar obsesif biçimde büyür kimileri çok salaş. Kimse için net bir özellik atfedemeyiz.
Spektrum bir çizgi üzerinde farklı özellikleri taşır herkes. İşte tüm bu özellikler çocukluktan bu yana ön beyin ile duygusal beyin arasındaki gelgitler ile öğrenilmiştir. Hayatın ilk yılları bir kendilik duyumunun gelişimiyle başlar, ardından geliştikçe duygular ve kavramlar dünyası belirginleşmeye başlar. Kendiliğin entegrasyon sürecindeki ebeveyn tutumları yeterince iyi olmaz ise kişi bozuk bir gelişim sergiler. Kendi varlığı ile gerçek dünya arasında kurmuş olduğu ilişkilerde bozuk algılar biçimlenir. Ergenlik hayatına kadar idare eden ve farkına varılmamış bu kendilik gerçeklikleri dış dünyanın gerçeklikleriyle karşı karşıya kalınca bocalar. Kişi geri kalan hayatında bunları düzenlemeye çalışmakla uğraşır. Bu, çok yorucu olmakla birlikte depresyon, öfke, kaygı ve panik gibi birçok duruma sebebiyet verir. Hayat ile verdiği uyumsuz mücadeleden gelen bıkkınlık sürekli kişinin omzundadır. Bu kişilerin terapiye dahil olmadan kendilerini gerçekleştirmeleri oldukça zordur.
Kendilik ile gelişim her ne şekilde olursa olsun, kendilik duygusunun üzerine kavramlar dünyası oluşur. Dış dünya ile ilgili beklentiler ve algılara yönelik uyum sağlama becerisinin açığa çıkmasıdır bu. Yine ebeveynlerin yaklaşımları çocuğun kendine yönelik içselleştirdiği yaklaşımlar olacaktır. Yeterince kendinden memnun hisseden bir kendilik duyumu, düşünce ve duygularını anlamlandırma konusunda zorluk çekmeyecektir çünkü üzerine inşa edeceği sağlam bir kendiliği vardır. Bu kendilik ne kadar sağlam öz denetim, öz saygı ve öz değer gibi özellikler ile kuşanmış ise o kadar kendinden memnun bir yapı ortaya çıkar. Bu vesileyle de düşünce ve duygu dünyalarının düzenlenmesinde zorluk çekmezler.
Her ne kadar böyle olsa da bu kişiler de konu üretim, yaratıcılık ve refah gibi konulara geldiği zaman geri planda kalabilir. Bunun bir sebebi, içinde bulunduğumuz çağın kapitalist tükettirici araçlar ile dolu olmasıdır. Çağımızın tüketim toplumu, psikolojik yapılarımızı kaçınılmaz ve doğrudan bir şekilde değiştirmektir. Psikolojik yapılarımızın tüketim odaklı olacak şekilde şekillenmesi insan doğasının bir ürünü değil, 20.yy başlarında planlı bir şekilde kitlesel algı yönetimleriyle başlatılan bir süreçtir (The Century of Self – Belgesel önerisi). Dış dünya ile uyum sağlamaya çalışan çocuk her ne kadar sağlam bir kendilik geliştirmiş olursa olsun tüketim toplumunun insanları birbirinden ayrıştırma ve ötekileştirme öğretilerine yenik düşebilir. Günümüzde bu durum artık ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Aynı zamanda içselleştirmiş olduğu kendilik yapıları üzerine inşa olmuş duygusal ve düşünsel dünyasının edinimleri, kapitalizmin sunduğu; alışkanlık, tüketim, narsistik güdülenme ve benzeri kavramlar olması sebebiyle kişi yerinde saymaya mahkumdur. Bu yerinde saymak en nihayetinde bir mutsuzluk duygusunu peşinden getirir. Bu kişilerin de duygusal ve düşünsel sistemleri bozulduğu gibi bir süre sonra kendilik algıları da bozulabilir. Çocukluğundan bu yana kendilik bozukluğu geliştirmiş olan bazı kişiler, kendilerini düzenlemek ya da düzeltmek için çok çaba sarf ettiğinden sorgulama kapasitelerini geliştirmiş ve kapitalist sistemin tuzaklarını fark etmiş olabilirler. Ancak ne yazık ki farkına varmak her zaman engelleyebilmek anlamına gelmemektedir. Kimileriyse bu durumlarla aşamalı bir şekilde mücadele etmeyi öğrenebilir. Çocukluktan gelen edinimler yıllar boyunca istikrarlı bir şekilde geliştiği için değişimi de birden olmaz.
Kapitalist sistemin ön gördüğü biçimde davranmayı öğrenen kendilik yapısı sağlam olan ya da bozuk olan kişiler, bu durumdan aynı şekilde etkilenir. Her ikisi de düşünce ve duygu dünyalarını oluşturan çevrenin ne kadar toksik olduğunun farkına varmayabilir. Yine bir spektrum dahilinde kişiler bu sayede; ırkçı düşünceler, sosyal ilişkilerde manipülasyon, maddi kazanç ile statü elde etme çabası ve kendisine sunulanı sorgulamadan kabul etme şeklinde yaşarlar.
Oysa ki felsefe, bilim ve sanat ile bağlantılı çevrelerde olan bireyler, kendilerini geliştirme ve değiştirme konusunda daha aktif olurlar. Bu kişiler genelde üretime ve yaratıcılığa dönük hareket ederek kendi psikolojik yapılarını olgunlaştırmayı becerebilirler. Benliklerine yüklenen zarar verici ve işlevsiz özellikleri fark ederek bunlardan uzak durmayı keşfedebilirler. Doğamızda var olan merak ve sorgulama güdüleriyle tüm insanlar eğer isterlerse, kendilerini mutsuz eden yapıları çözümleyebilirler. Kapitalist sistemin ön gördüğüne kapılan pasif çocuksu yapılar ise basit zevk ve dürtülerin kölesi olarak psikolojik olgunluğa erişemezler.
Bireysel farkındalığı geriletmeyi amaçlayan kapitalist ivme, insanları sürekli bir biçimde geviş getirmeye iter. Bu geviş getirme süreci, sürekli harcama ve yenisini isteme şeklinde bir döngüye girer. Sürekli daha iyisi ve yenisine sahip olan kişi bir süre sonra sahip olmanın onu dibe çeken bir özellik olduğunu fark edecektir. Kimi insanlar bu sahip olma alışkanlığından kurtulmak için çaba sarf eder, kimileri ise farkına varsa dahi aynı şekilde yaşamaya kendini bırakır. Kimileri ise istikrar ve disiplin ile yola çıkarak hep yarı yolda kalır.
Bireysel farkındalığı geriletmek için kapitalist ivmenin en önemli ikinci ayağı, kişileri bağımlılık yapıcı basit zevklere çekebilmektir. Bu sayede kişiler boş zamanlarında alkol kullanabilir, sürekli fast food yiyebilir, rasgele cinsel ilişkilere kapılabilir ve uyuşturucu kullanabilir. Bu tuzağa kapılmaya en müsait olan kişiler, kendilik bozukluğu taşıyan kimselerdir. Çünkü bağımlılık yapıcı maddeler kişiyi kendi iç dünyasındaki sıkıntılardan uzaklaştırarak kısa süreli keyif anları sağlar. Yalnız başına kaldıklarında ise iç sıkıntılar, kişi onları düzenleyebilsin diye bilinçaltının birer sinyali niteliğinde açığa çıkar. Eğer ki kişi bu sıkıntılı duyguların birer sinyal olduğunu fark eder ve alternatif çözüm yollarını keşfeder ise bağımlılıklarından kurtulabilir. Ancak çoğu zaman artan sıkıntı duyguları yine bir bar köşesinde son bulur. Bazen bu dürtü o derece yoğun olur ki kişi bu yaşantı tarzıyla hiçbir problemi olmadığına kendini inandırarak sıkıntılarının kaynağını toplumsal ya da politik sebeplerde arar.
Bireysel farkındalığı geride tutarak kişileri üretime ve yaratıcılığa girişmekten geri tutan en etkili yöntemlerden biri ise sosyal medyadır. Sürekli gelen bildirimler eşliğinde kişilerde narsistik bir hoşnutluk meydana gelir. Kişi sürekli bir şekilde arzulandığını, değerli olduğunu ve onaylandığını hisseder. Kendilik yapıları gereğince koşulsuz biçimde gerçekleşmesi gereken bu öz değer duyguları, kapitalizmin bu ivmesiyle birlikte kişilerde koşullu tepkilere bağlı kalır. Bu tıpkı sigara içmeden önce rahat olan bir kişinin, sigaraya başladıktan sonra sigara içmediği zamanlarda gergin hissetmesi gibidir. Kişinin değerliliği sosyal medya bildirimlerine bağlı hale gelir. Bazı kişiler bu durumun farkına vararak bu alışkanlıklardan uzaklaşmayı öğrenir. Bazıları ise gerçek değerlilik duygularını bildirim üzerinden bağımlı hale getirir. Sosyal medyada uzun bir süre vakit geçirmenin tek sebebi bildirim kazanmak değildir. Tıpkı bir dizi ya da film gibi eğlenceli etkinlikleri içeriyor olmasıdır. Bildirimlere takılmayan kimseler için bu tarz etkinliklerin yapılması asgari derecede keyif verici olabilir ancak sürekli bir alışkanlık haline gelmesi bunaltıcı ve mutsuzluk getiricidir.
Tüm bu etkilerin ışığında kendimizi geliştirebilmenin zihinsel ve bedensel sağlığımız açısından önemi oldukça büyüktür. Tıpkı karaciğerin ağrıdığı vakit bir sorun olduğunu anlamamız gerektiği gibi mutsuzluk ve endişe yaşadığımız zaman da bir sorunun olduğunu anlamamız gerekir. Öyle ki birçok insan kendilik değeri zayıf olması sebebiyle yaşadıkları mutsuzluk ve endişeyi görmezden gelmeye meyillidir. Kendilerine önem vermemeye öylesine alışmışlardır ki kendileri için yaptıklarını sandıkları şeylerin çoğu dış dünyanın onayı içindir. Bazen de bu durumu farkında olsa dahi değiştirmek istemek korkutucu gelir. Bu çamur dolu bir suda büyümüş bir balığın oksijenli suya girmeyi istememesi gibidir.
Artık çağımızda neredeyse büyük çoğunluğumuz, istesek de istemesek de böyle kişiliklere kısmen sahibiz. Hepimiz içine doğduğumuz kapitalist dünyanın üzerimize yapışan lekelerinden arınmak için bizatihi kendimiz sorumluyuz. Kendi üzerimizdeki lekeleri temizlemeden başkalarının lekelerini temizlemeye çalışmak da kendimizden kaçmanın bir başka yoludur. En nihayetinde bilim, sanat ve felsefe içerikli etkinliklere yönelerek içsel dünyamızdaki zenginlikleri genişletebilir ve lekelerden arınmaya başlayabiliriz.
Uzm. Klinik Psk. Serdar UĞURSES