Genel

Sağlık,mutluluk,huzur,aşk ve para istençlerimizin kökenleri

Bu hayatta hepimizin arzuladığı belli başlı şeyler var. Eğer birisine bu hayatta en çok ne istersin diye sorarsak; mutluluk, huzur, aşk, sağlık ve para gibi şeyler diyecektir. Gerçekten neredeyse bütün insanların bu temel isteklere sahip olması aslında gayelerimizin de o kadar farklı olmadığını gösteriyor. Belki insanlığın var oluşundan beri bunları istiyoruz. Çünkü bu duygular çağlar boyunca dayanışmamız için gerekli olan duygulardır. Bu istek ve duygularımızın arka planına biraz daha yakından bakarsak aslında insanın hayatta kalabilmesi için evrimsel yolla gelişen, ihtiyaç duyduğu bazı gereksinimlere de işaret ettiğini görebiliriz.

İlk olarak para, bireysel ekonominin sağlanması için gerekli ilk koşul haline gelmiştir. Dünya üzerinde para birimi ile işlemeyen neredeyse hiçbir medeniyet kalmamıştır. Peki bu simgesel araç bizim için ne anlam ifade etmektedir? En basitinden bu simge insan için, buğdayı, eti, odunu, bıçağı vb. birçok malzemeyi ifade etmektedir. Daha iyi para daha kaliteli malzeme anlamına gelir. Daha kaliteli malzemeye sahip olabilmek demek hem kullandığın besin değerini hem de yaptığın işleri daha da hızlandırarak verimli ürün verebilmek demektir. Bu ürün tekrardan bir döngü içerisinde paraya dönüşür ve kişi gittikçe konforunu, beslenme kalitesini ve güvenlik seviyesini arttırabilir. Bu durum mutluluk sağlayacaktır. Tüm bunlarla birlikte böyle bir başarı elde edebilen kişi sosyal olarak statüsünü de arttırmış sayılacaktır. Kişinin sosyal statüsü artarken topluluğun devamı için sahip olduklarından kısmen feragat etmesi de gerekir. Ancak kurulmuş olan sistem, kişinin kendi menfaatine daha çok önem vermesine yönelik ise kişiler rekabete yönelir. Bu rekabet öyle bir hal alır ki tek gerçek buymuşçasına sabah akşam para kazanmanın peşinden koşar hale gelinir. Halbuki refahımızı sağlayacak ve optimum düzeyde ürün vererek döngümüzü devam ettirebileceğimiz bir düzen sağlayabilmiştik ama emeğin rolü gittikçe değer kaybettikten ve statü kazanmanın önemi arttıktan sonra insani dayanışma duyguları yerine haset ve hırs gibi duygular geldi. Bununla ilgili bir hikayeyi dile getirmek isterim. Bir gün esnafın biri dükkanının önünde bir lamba bulur ve lambayı okşar. İçinden bir cin çıkar ve ona söyler: Benden kendin için ne dilersen dile yerine getireceğim. Ama dilediğin her şeyin tam iki katını karşıdaki komşuna vereceğim. Esnaf düşünür ve şöyle der: Tüm paramın yarısını kaybetmeni istiyorum.

Gerçekten para refahımızı sağlayabilecek bir döngünün içerisinde akmaya başladığında zenginliği de ardından getirir. Bu sebeple sıradan bir insana bu hayatta en çok ne istersin diye sorduğumuzda para demesi, tamamlamak istediği arzuları ve ihtiyaçları tamamlayabilmesi için bir araç olması açısından bir gereklilik olarak görülebilir. Yapılan araştırmalarda çocukların paylaşma ve adalet gibi duygularda bizlerden daha adil olduğu görülmüştür. Henüz sistem tarafından manipülasyona uğramadıkları için doğalarından gelen paylaşımı sağlayarak mutlu olabileceklerini çok iyi bilmektedirler. O sebeple ikinci kez düşünmeden doğru olanın bu olduğunu bilerek paylaşırlar. Ancak yukardaki örnekte esnafın durumuna bakınca dayanışma ruhu bir yana kendi bireysel menfaatini de hiçe sayarak sadece hırsı ve hasetiyle sürülen bir yaşam görüyoruz. Gerçekten de para burada mutluluk getirir mi?

Sağlık deyince akla, organizmanın varlığını sürdürebilmesi için tüm fonksiyonlarını eksiksiz biçimde kullanabiliyor olması gelir. Bu sayede hayatta kalabilme konusundaki avantajı artmış olacaktır. Hakikaten de böyledir. Yaralanan kurt kendine fayda getirmeyeceği gibi sürüye de getirmeyecektir. Bu yüzden diğer kurtlar onu sürüden kovarlar. Belki avcı toplayıcı dönemde bizler de aynı biçimde insan kardeşlerimizi bir kolu kopmuş olduğu için aramızdan kovmuştuk. Çok çetin şartlar vardı ve işlevsiz birini besleyerek kendimizi de riske atmak istemezdik. Ben yapmam demeyin, o anki dünya düzeni sana bunu yapmanı söylüyorsa başka bir alternatif düşünülemez bile. Hayatta kalmak için her yapılması gerekeni yapmasaydık bu toplumu oluşturamazdık. Tarih boyunca topluluğun yararı için kendini feda eden insanları biliriz. Bunu en çok kabilelerde de görebiliriz. İşlevsiz kalan kardeşlerimizi klan dışına atmak gibi canice eylemlerde bulunduğumuz gibi kendimizi topluluk için feda eden eylemlerde de bulunduk. Şimdiki dünyamıza baktığımızda hiçbir engelli insanı veya hayvanı toplumumuzdan kovmuyor tam tersine onlara yardım etmek için dayanışma içerisine giriyoruz. Hastaneler, sağlık ocakları ve buna benzer birçok sağlık dernekleriyle olabildiğince kişiye kucak açma derdindeyiz. Hastalanmak aslında ölümün çağrısını yapan haberci olarak görünüyor olabilir. Sağlıklı olmak insanın en temel düzeyde ölüme yaklaşmadığının belirtisi olduğu ve işlevsel olarak topluluğa yarar sağlayabileceğinin göstergesidir. Bu sebepledir ki birine hayatta en çok ne istersin diye sorarsan sağlık diyecektir.

Koku, dünyada ilk ortaya çıkan duyudur. Doğada her yırtıcı avlaması gereken avları ilk olarak kokularından tanır. Bu tanıdığı avı yemeye ve ondan gelecek besin değeriyle hayatta kalmaya kodlanmıştır. İlk olarak koku sayesinde hangi besine ihtiyacı olduğunu ayırt edebilir. Bu sebeple bir timsah antiloptan oldukça fayda sağlar ancak bir koyunun yaptığı gibi sabahtan akşama ot çiğnemez. Aslan et peşinde olduğu gibi köpekbalığı balık peşindedir. İnsan etini tükürür atar. Bizler de bunun gibi doğanın sunmuş olduğu gerek etçil gerekse otçul besinleri tüketmenin yararımıza olduğunu biliyoruz. Hatta hangisine daha çok ihtiyaç duyduğumuz bile genlerimizde bulunur. Ona göre ete balığa ya da ota yöneliriz. Vücudumuz için iyi olanı, arzularımız bilir. 150 bin yıldır insanoğlu bu topraklarda en çok şekeri aradı. Çünkü şeker vücudun ve özellikle beynin faaliyetlerini yerine getirebilmesi için temel bir gereksinimdir. O zamanlarda elma, armut, karpuz vb. gibi meyveler bulunmamaktaydı. Bunları insanlar üretmeyi becerdiler. O zamanlarda şeker oldukça nadir bulunan bir şeydi ve sadece arı kovanlarından elde edilebilirdi. Elde edilmesi ise neredeyse imkansızdı. Vücudumuz şimdiki kadar fazla şekeri tüketmeye programlanmamıştır ve bunun fazlası da diyabet gibi hastalıklar ile kendini göstermektedir. Endüstri devrimi ve seri üretimden sonra hazır gıdalarla birlikte kanser diye bir hastalık ortaya çıktı ve sayısız insan bu durumdan muzdarip. İlaç sanayisinden tekstil sanayisine kadar tüm büyük firmalar insanların sağlığını hiçe sayarak sadece güç ve para kazanmak uğruna ölümler saçmakta, denetleyici sistem ise bunlara izin vermektedir. Keşke engelliler için bu derece dayanışma yapan toplumumuz bile bile sağlığımızı bozan firmalara karşı direnme konusunda da bu denli ısrarcı olsa.

Sağlığımızı tehdit eden bunca durum karşısında kişisel sorumluluğumuzdan başka kurtarıcımız yok. Onun için organizmamızın nasıl geliştiğini az da olsa bilmekte fayda var. Atalarımız hayatta kalmak için sürekli hareket halindeydiler ve metabolizmaları aktifti. Obezite diye bir şey yoktu. Atalarımızın hiçbiri sabahtan akşama kadar bilgisayar başında oturmadılar sürekli hareket halindeydiler. Sürekli üretmek zorundaydılar. Biyolojimiz vücudumuzun 150 bin yıllık bu alışkanlığını iki yüzyılda atmaya çalışsa da bu mümkün görünmüyor. Sağlığımızı bozacak bunca dış etkene karşı dik durabilmeyi başaran insan vücudu çok güçlü bir sisteme sahip olsa da düzenli egzersiz ve gün içerisinde hareketli olmak sağlığımız için artı bir puandır.

Doğada huzuru daim kılabilmek ciddi anlamda zor bir iştir. Çünkü her daim çetin bir mücadele vardır ve tüm canlılar yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışırlar. İyi bir av sonrasında bir insan ateş başına oturup o yemeği yerken kendini huzurlu hissedecektir. Atalarımız yerleşik bir yaşama geçerken ellerini kollarını sallayarak bir yere kurulmadılar. Yerleşmek on binlerce yıl süren bir deneyim sonucu ortaya çıktı. Yangınlar, salgınlar, afetler, savaşlar ve daha birçok etkenle sürekli biçimde baş etmeyi öğrenerek yerleşik yaşama geçebildiler. Sürekli deneyip yenildiler. Atalarımızın doğanın üzerlerindeki yıkıcı gücüne karşı verdikleri mücadele sayesinde şimdi rahatça evlerinizde çayınızı yudumlayabiliyorsunuz ancak arada sırada nereden geldiğinizi unutmamak için vahşi doğaya şöyle bir kıyısından bakmak isteyebilirsiniz. Belki bir hikaye anlatmak istediğimi lafı uzatmadan gösterebilecektir. Bir gün kral bir yarışma düzenler ve huzuru en iyi resmedene yükle altın vereceğini söyler. İki kişinin resimleri ön plandadır. Birisi gerçekten mükemmel bir şekilde çizilmiş bir manzara resmidir. Kuşların kanatlarından bulutların dolgunluğuna ve dağların kıvrımlarına kadar her detay en iyi şekilde resmedilmiş ve resmin teması bakıldığında insanın içini hayli hoş etmektedir.  Kral bunu gördüğünde çok etkilenmiştir. Kuşkusuz huzuru en iyi anlatan resim budur diye düşünür herkes. Kral ikinci resmi görmek ister. Bu resimde büyük bir fırtına kopmakta olduğu bellidir, bir dere akmakta ve yağmur yağmaktadır. Her yerde kayalıklar vardır ve yıkılmış ağaçlar görünmektedir. Herkes şaşırır ve baktığında huzurla ne alakası olduğunu anlayamazlar. Ta ki kayalıkların arasına sığınmış küçücük bir kuş yuvasını, içindeki anne ve yavru kuşları görene dek. Bu resim kralın içinde bir şeyleri uyandırmıştır ve işte huzur dediğin budur diyerek o resmi seçmiştir. Kralın içinde uyanan şey aslında genlerinde yatan, atalarından miras kalan bir bilgidir ki o da huzurun bedava elde edilemeyecek bir şey olduğu gerçeğidir. Tıpkı bizler de bunun gibi zorlu yaşam koşulları içerisinde kendimize bir sığınak ararız. Kendi emeğimizle zorlukların üstesinden gelerek huzuru elde edebilmişizdir ve huzuru istikrarlı kılabilmek için her seferinde başka zorluklarla yüzleşmek zorundayızdır. Paranın ve sağlığın sağlamış olduğu huzur kişi uğruna emekler sarf etmiş ise bir anlamı olacaktır ve fazlasını istedikçe huzurun ellerimizden kayıp gidişine şahit olabiliriz.

Peki nedir herkesin bu çok arzuladığı mutluluk? Freud şöyle demiştir: Mutluluğu tatmadan hep mutlu olmak istersin. Oysa nelerin seni mutsuz ettiğini bilmeden, nelerle mutlu olacağını bilemezsin.

İlkel atalarımız, bizim şu anki algımızdaki gibi mutluluğun bir eş, yavru ve yuva olduğunu düşünmüyorlardı. Belki de avcı toplayıcı dönemlerde üremek için gelişen biyolojimizle cinsel dürtüler ve arzuların yoğunluğu vardı, sosyalleşme aracı olarak cinsellik çokça kullanılsa da henüz etik kültürü ve topluluklar gelişmemişti. Bu sebeple cinsel tatmini yaşamak şimdiki algımızdan daha farklıydı. Doğada bir dişiyle sevişebilmek için savaşan erkek hayvanları bilmeyen yoktur. İnsanlarda da tıpkı bunun gibi bir mücadele süregeldi. İnsanın çok eşli yapısı normalde tek bir kişiye bağlı olmayı mümkün kılmaz. Ancak o zamanlarda insanlar, çok eşliliğe kapılmanın insanların doğada bazı avantajları sağlamaktan geri kaldığını fark ederek tek eşli biçimde de örgütlenmişlerdir. Bir bebek dünyaya getirdikten sonra annesi bakmakla yükümlüdür ancak erkeğin uzaklaşıp başka kadınlara gitmesi çocuğu ve anneyi korunmasız bırakacaktır. Bu sebeple kadın da erkeği etrafında tutmanın yollarını öğrenmiştir. Erkek ve kadının bir bağlılık içerisine girerek bebeği güvenli bir şekilde büyütmeleri mümkün olabilmiştir. Aşk duygusu da kadın ve erkeğin bu çerçevede devamlılığını sağlayabilmesi için bir ateşleyicidir. Aşık olunca hissedilen o coşku duygusu ve her şeyin o kişiyle daha güzel hissettirmesi, bağlılığın oluşabilmesi için gerekli olan duygulardır. Dayanışmanın devamlılığı ve üreyebilmek için evrimsel olarak gelişen bir durumdur. Ancak yaklaşık 2 yıl kadar sonra genelde kişilerde bu aşk duygusu hissettirdiği coşkuyu vermemeye başlar ve kişiler ya birbirlerine sevgi bağı kurarak devam ederler ya da ayrılırlar. Her iki tercihi yapan insan için de hayatta farklı deneyimler yol gösterici olabilecektir. Aşk duygularının yoğunluğu azaldıktan sonra bağlılığı devam ettirebilmek, birlikteliği daim kılabilmek için emek vermek anlamına gelir. Bu emeği vermek her iki taraf için de zorlukların üstesinden gelmeyi ve ders almayı gerektirir. Belki atalarımızdan bu yana bağlılık sağlamakla ilgili epey bir yol kat ettik ve belki de hala aynı biçimde devam ediyoruzdur.

Günümüzde eş bağlılığının mutluluk getirebilmesi için her iki tarafın da kendi başlarına birey olarak var olabilmeleri, kendilerini ve sınırlarını keşfedebilmeleri gerekir. Ardından bağlılığı sağlayabilmek için ihtiyaçları olan kendilik bilinçleriyle birbirlerine duydukları sevgiyi yeşertebilirler. Öteki türlü kadın erkek ilişkilerinde günümüzde çokça görülen güven problemleri, sınırların iç içe geçerek seviyesizleşmesi, saygının kaybolması ve sevginin yitimine yol açmaktadır. Aşk ve sevgi duygularının medeniyetimizin gelişmesi için evrimsel açıdan bir çok yarar sağladığını inkar edemeyiz. Öte yandan baktığımızda ise sevgi ve aşk gibi duygular hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan en temel şeylerdir belki de. İnsan sadece partnerini değil, doğada olan her şeye sevgi duyabilir. Ancak hepsinden daha önemli olan bir şey var ki o da öz-şefkattir. Kendini sevmeyen insan, bir başkasını da sevemez ve hayata kötümser bakar.

Yaklaşık bizden 2300 yıl önce yaşamış filozof Epiküros, mutluluğun ne olduğunu öğrenmek için arkadaşlarını alarak medeniyetten uzakta büyükçe bir eve yerleşir. Orada herkes kendi içinden geçeni yapar ve kurdukları arkadaşlık bağları da oldukça iyidir. İnsan, çevresi tarafından onaylandığı ve ait hissettiği ortamda olduğu sürece güvendedir. Çoğumuz bu güveni ailemizden alır ancak bu güveni devam ettirmek için tekrardan bir aile olmaya ihtiyacımız yoktur. Epiküros ve arkadaşları bunun en iyi örneği olmuştur. Önce arkadaşlarıyla birlikte mutluluğu devam ettiren insanlar bir süre sonra kendi içlerine dönmeye başlamışlardır. O ortamda insanlar sanata ve bilime oldukça önem göstermişlerdir. Keşif duygusunun getirdiği ve ortaya çıkarttığı gerçekler ile insanlar doğayla ahenkli bir şekilde yaşamanın yolunu keşfetmişlerdir. Epiküros gerçek mutluluğun aslında her zaman bir tercih olarak var olduğunu söyler. Arkadaşlarımızla ve kendimizle kurduğumuz ilişki bu tercihi yapabilmek için önem taşır. Epiküros’un bu görüşleri tahmini 400 bin kişiyi peşine sürüklemiş ve farklı farklı bölgelerde insanlar kendi iç huzurlarını sağlama yoluna gitmişlerdir.

Peki ya tüm bu sağlık, mutluluk, para ve aşk gibi isteklerimiz nasıl gerçekleşecek? Hangi yolla bunları en doğru şekilde yaşayabiliriz? Aslında bunun cevabı Epiküros’un kullandığı şeyin ta kendisidir: Bilgi. Tüm insanlık tarihi boyunca bilgi gelişmemizi sağladığı gibi insana daha mutlu olmanın yollarını da gösterebilmiştir. Bütün insanların yaptığı bilginin peşinden koşmaya çalışmaktır. Ancak bilgi her yerdedir ve onu kovalayamazsınız. Tek yapmanız gereken zihninizi bilgiye açık tutmaktır. Zihnimiz öğrenmeye açık olduğunda, akan bir suyun tüm pislikleri alıp götürmesi gibi, her türlü önyargı ve karmaşa da kendiliğinden ortadan kalkmaya başlar. Bunun için eğitim ve öğretime ihtiyaç yoktur. Öğrenmek ve bilgiyi almak için sürekli kitaplar okumak ve derslere katılmak gerekli değildir. Şimdi ve burada içinizde olan keşfetme duygusunun açığa çıkmasına izin verdikçe bir karıncanın yürümesinden bile çok şey öğrenebilirsiniz. Hayatı güzelleştiren ve geliştiren şeyin bilgi olduğunu idrak etmek, iç huzura giden yolda önemli bir adımdır.

Çağlar boyunca kurduğumuz dayanışma sayesinde hayatta kalabildik. Şimdiyse edindiğimiz tüm bu bilgilerin önemsenmemesi, sahip olma istenciyle sınırlı kalması yaşamın anlamını değiştiriyor. Sağlık, mutluluk, aşk, huzur ve para gibi isteklerimizi sahip olma tutkusuyla bağdaştırdığımız sürece asla tatmin olamayız. Ancak tüm bu isteklere var olma tutkusuyla yanıt verdiğimizde yaşamın anlamını atalarımızın miras bıraktığı şekliyle bir kez daha fark edebiliriz.

Serdar UĞURSES

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir